Hürriyet

>

18 Temmuz 2013 Perşembe

Uzak Tepeler- Kazuo İshiguro


Dikkat, kitapla ilgili okumadan öğrenmek istemeyeceğiniz bilgiler içeriyor olabilir. O yüzden isterseniz kitabı bitirdikten sonra okuyun. Ya da, okumak yolculuktur, farklı bir harita gizli bir patikada bana yol gösterici olabilir diyorsanız, buyurun....

Japon olmasına rağmen İngilizce yazan ( zira beş yaşından beri İngiltere'de yaşıyor) bu yazarın, okuduğum ikinci kitabı. Never Let Me Go (Beni Asla Terketme) ile tanıştım, bu kitapla samimiyeti ilerletiyorum, sonumuz hayrola diyeyim :)

Kitap flashback (geri dönüş) lerle renklendirilmiş. Anlatıcı-. kadın kahramanımız kah günümüz İngilteresinde, iki kızından birini intihar sebebiyle kaybetmiş acılı bir kadın, kah yirmi yıl öncesinin Japonyasında kocasına itaatkar, hamile ve mutlu bir eş. Kitap bu iki zaman içinde gidip gelirken, anılardan hortlayıp gelen bir kadın (Saçiko) tüm olayları birbirine bağlıyor. İlk başta karışık gibi gelen kurgu, geçmişte sırtını dayadığı savaş ve sonrası Nagazaki ile yoğrulurken sizi içine alıyor, Saçiko'nun mecburi seçimlerinin arkasındaki inandırıcılığı yaratıyor. Diğer yandan intihar eden kızın Mariko ile olası bağlantısı kafanızı karıştırıyor. Açıkçası, Keiko'nun Saçiko'nun Amerika macerası için terk ettiği küçük Mariko olması son sayfada tek bir satırla vurgulanıyor. Aynı şekilde sürekli bir katile yapılan vurgu, kahramanımızın ayağına dolandığını iddia ettiği, başka bir sayfada ise elinde olan halatla sanki kadın anlatıcımıza vurgu yapıyor. Hatta daha ileri gidiyorum, Mariko'yu öldürmekten son anda vaz geçip, evlat edinerek bir tür günah çıkarması, ilerde Keiko ismiyle bağrına bastığı kız olarak anlatması, Keiko'nun ise yıllar sonra kendini halatla asarak ölmesi tıpkı yıllar önce olan seri cinayetlere gönderme yapıyor.

"Özelliği neydi ?" diye sordu Niki.
"Özelliği mi?"
"Limanda geçirdiğin günün özelliği."
"Ah, aslında hiçbir özelliği yoktu. Yalnızca anımsadım, hepsi bu. Keiko o gün çok mutluydu. Teleferiğe binmiştik." (Sayfa 160)

Halbuki bu anı Saçiko ve kızı Mariko ile gidilen bir geziden ve teleferikteki mutlu kız Mariko.

"Neden aldın bunu?"
"Sana söyledim, bir şey değil. Yalnızca ayağıma dolanmıştı." Bir adım daha yaklaştım. "Neden öyle yapıyorsun Mariko?"
"Ne yapıyorum?"
"Yüzünü tuhaf şekilde buruşturuyorsun. Çok tuhaf."
"Neden halatı aldın?"
Bir süre onu izledim. Yüzünde korkunun izleri vardı. (Sayfa 74)

Küçük kız beni dikkatle izliyordu. "Neden onu tutuyorsun? " diye sordu.
"Bunu mu? Yalnızca sandaletime dolandı, hepsi bu."
"Neden onu tutuyorsun?"
"Söyledim ya, Ayağıma dolandı. Neyin var senin?" Güldüm. "Neden bana öyle bakıyorsun? Canını yakmayacağım." (Sayfa 152)

En önemli sayılan haberler, o sırada Nagazaki'de korku yaratan çocuk cinayetleriydi. Önce bir oğlan çocuğu, sonra küçük bir kız dövülerek öldürülmüş halde bulunmuştu. Üçüncü bir kurban, yine küçük bir kız çocuğu, bir ağaca asılmış olarak bulunduğunda çevredeki anneler arasında neredeyse panik başlamıştı. ( Sayfa 87)

Sanki  inceden inceye işlenmiş bir seri katil var kitapta. Ve sonra evlat edinilmiş bir kurban, intihar eden kız evlada dönüşmüş.

Ya da, kadın kahramanımız tüm anılarını kafasında harmanlayıp kendi kızını Mariko'yla özdeşleştirip, ölümünü de eski cinayet hikayelerine bağlıyor olabilir! Elinde tuttuğu ya da ayağına dolandığını iddia ettiği halat ise Keiko'nun kendini astığı ip. Kimbilir!

Ne dersiniz? Sizin de kafanız karıştı değil mi? En iyisi okuyup kendiniz karar verin, hatta bana da anlatın. Ne de olsa akıl akıldan üstündür.

İyi okumalar!

8 Temmuz 2013 Pazartesi

LAST OF US - Bir ND klasiği


Tüm PS3 oyuncularının heyecanla beklediği bomba oyun Last of us, 14 Haziran 2013 itibariyle raflarda yerini aldı. Naughty Dog oyunlarına aşina olanların beklediği üzere grafik ve senaryo oldukça iddialıydı. 15 haziranda oyunu alıp derhal oynadım, kaçar mı? Ben ND'nin yaptığı oyunları gözü kapalı alırım. Burada da hayal kırıklığı yaşamadım. Gerçi Uncharted serisinin haşarı kahramanı Nathan Drake ile hiç ilgisi olmayan bir kişilik Joel. Ama o da kendi içinde sizi bağlıyor. Galiba oyunlarda insani taraf olmasını seviyorum. Yani o kadar vurdu, kırdı duygu olmadan beni bayıyor. COD ya da BF oynamadığımı düşünmeyin, tabi ki onları da alıyorum araya, ama senaryosu ve insani tarafi olan oyun ve kahramanlar beni daha çok cezbediyor. Drake'in esprileri, kadınları, baba yerine koyduğu yol arkadaşı, kişisel nefretle kendisini kovalayan düşmanları ile UC serisi benim bu isteklerimi sonuna kadar karşılıyordu. Gelelim Last of Us'a! Yine bir erkek, bir kız çocuğu ve yaşanması çok zor, hastalıklı bir dünya. Konuyu ilk okuduğumda Will Smith'in I'm Legend filmi tadında olacağını tahmin etmiştim. Ancak oynadığımda, Joel'in hiç de süper kahraman olmadığını, kolayca ölebildiğini, Drake ile mukayese edilemeyeceğini hemen anladım. Drake mermi ve silah bolluğunda hoplaya zıplaya hazine avlayıp kadınlara kur yaparken, Joel yokolmuş bir dünyada, kısıtlı erzak ve cephaneyle hem hayatta kalmaya hem de küçük bir kızı korumaya çalışıyor. İçine kapanık ve karamsar, espri yok, sadece tetikte olmak var. İnanın oynarken ter içinde kalmadığım bir an olmadı, sürekli gerildim. Gelelim oyuna...

Merak etmeyin spoiler yok bu yazıda. Sadece oyunun genel gidişatından bahsedeceğim. Öncelikle kahramanınız değişken. Oyunun başında Joel'in kızı olup karanlık bir gecede evde yalnızlığın verdiği tedirginliği hissederken, bir sonraki sahnede kucağında kızı, canını kurtarmak için koşan Joel oluyorsunuz. Ve düşündüğünüz tek şey kollarınızdaki kızı kurtarmak. Bu bölüm bittiğinde 20 yıllık bir atlama yaşayarak yine Joel oluyor ve geçen zamanda değişen dünyaya alışmaya çalışıyorsunuz. Allahtan yanınızda Tess var, size yol gösteriyor. Erzak çok kısıtlı, etraf zombi benzeri yaratıklar dolu. Dört farklı yaratıkla savaşıyorsunuz. Sadece koşan yaratıklar var, yumruk bile yetebiliyor. Ama hafife almamak gerek sayıları bir anda çoğalıyor. Patlamış mısır kafalılar var, bunlara aman yaklaşmayın, ellerinde kalırsınız. Az çekmedim onlardan. Melee saldırıda shive güçlendirmesi var ise şansınız olabilir, yoksa pompalıyla kafayı dağıtmadıkça ölmüyor alçaklar. Koşanlarla mısır kafalılar arası bir grup var (takırdayanlar grubu bu) melee saldırıda ölebilirler ama yina de tehlikeli bir grup. Ve de son olarak ateş kusan Boss mantar kafalılar var, aman deyim, Molotof kokteyliniz yoksa işiniz zor, ölmüyor alçaklar. İlk karşılaşmam bir spor salonundaydı, o sahneyi kaç kez oynadım, kaç kez katledildim hatırlamıyorum. Bunun yanında yağmacı insanlar da en az bu yaratıklar kadar tehlikeli. Unutmayın, sizden başka herkes düşman!

Tüm oyun sessizce sürünerek geçiyor. Çünkü takırdayan patlamış mısır kafalılar körler ama sese duyarlılar. Mermi de olmayınca bazı yerlerde sadece kaçarak canı kurtarıyorsunuz. Sürünürken etrafı araştırmayı unutmayın, çünkü bulduğunuz her şey işe yarıyor. Ya silahları güçlendiriyorsunuz, ya da bomba ve sağlık kiti yapıyorsunuz. Bu oyunda yaralandığınızda zamanla iyileşme diye bir şey yok, illa sağlık kiti ile yarayı sarmalısınız. Oynadıkça ve özel parçalar buldukça sağlığınızı artırıyorsunuz, duyularınızı geliştiriyorsunuz, ya da daha hızlı silah güçlendiriyorsunuz. Bu arada silah güçlendirmek için illa lambası olan bir çalışma masası gerekiyor, bu da girdiğiniz harabe evlerde karşınıza çıkacak.

Çok zorlandığım sahneler oldu ve bunlar oyunun ortasındaydı. Genelde oyun ilerledikçe zorluk artar, burada o kural yok. Daha iki bölüm geçmemiştim ki hayatımın yaratık saldırısına uğradım. Tabi final sahnesi de kolay bir sahne değil, ama oyunun güzelliği şu ki, illa en başa dönüp kasarak öldürdüğünüz adamları yeniden haklamak zorunda kalmıyorsunuz. Her zaman değil elbet (sniper sahnesi habire başa döndürüyor adamı mesela) ama çoğunlukla yeniden dirildiğinizde geçtiğiniz yerleri tekrar oynamıyorsunuz, segmentler kısa tutulmuş. Şahsen ben bayıldım. Zaten stresli karanlık oyun, gereksiz germeyelim kardeşim insanı.

Bir süre Joel olarak oynadıktan sonra, kış mevsimine geldiğinizde yine kahraman değişiyor ve kendinizi Ellie olarak ceylan peşinde koşar buluyorsunuz. Ceylanı vuramadım diye üzülmeyin, zaten amaç vurmanız değil, sizi götürdüğü yere gitmeniz. Ayrıca, Ellie olduğunuzda daha çok kaçarak canınızı kurtarın, Joel kadar kuvvetli ve dayanıklı değilsiniz zira. Supriz, anlatmayacağım tabi :)

Oyun bittiğinde yaşadığınız duygusal gel-gitler, inanılmaz gergin savaş sahneleri sebebiyle titreyen elleriniz, kah dövüşerek, kah sıvışarak canınızı kurtardığınız anlar unutulmaz bir deneyim olarak hafızanıza kazınacak. Bir daha oynamak ister misiniz bilmem, şahsen daha gerginliği atamadım üstümden, ama 2 gün gibi kısa bir sürede önünden kalkmadan oynayacağınız kesin.

Gelelim komut performanslarına, UC kadar kıvrak değil, otomatik aim yok (şişeler hariç, dedim ya erzak kısıtlı, şişeyle adam öldürmeye alışın), ben ayarlardan hassasiyeti azalttım, daha kısa zamanda nişan alabildim. Zira yaratıkların hızını görseniz şaşarsınız. Güçlendirmelerde tüfek ve pompalıya ağırlık verdim, tabancalar hem geç mermi sürüyor hem de altı mermide adam deviriyor. Ne o kadar vaktimiz var ne de canımız, altı patları boş verin. Yay runner (koşan yaratıklar) larda işe yarıyor, çünkü onlar koşmadıkları zaman sadece dertli dertli duvar köşelerinde duruyorlar. Üstelik nereden ateş edildiğini anlamadıkları için üstünüze de gelmiyorlar. Tek okla ölüyorlar. Aslında yağmacıları da bu yolla öldürebilirsiniz. Hem sessiz olduğu için diğerleri koşup gelmiyor. Neyse, size kalmış, tecrübeyle tercihleriniz gelişecek.

Peki multiplayer nasıl? Kıran kırana ve klan klana geçiyor diyelim. Öyle rambo olayım, atlayım zıplayım, adam vurayım kafasındaysanız unutun gitsin. Burada puanlar klanın hayatta kalması ve genişlemesi ile alınıyor. O yüzden sağlam klan yapıp beraber oynayın. Kötü haber, bir kere seçtiğinizde oyunu tekrar bitirmeden klan seçim hakkı vermiyor. Bilmeden seçtim, şimdi 12 hafta ateşböceği olmak zorundayım. Nasıl kurtulurum bilmiyorum, bilen söylesin!

PS3'ün kapanış oyunu bu olabilir bence. Artık Ps4e geçeceğimize göre, final de böyle asil bir oyun olmalıydı. UC serilerini defalarca oynayan ben, bu oyunu tekrar oynar mıyım bilmem, ama bir kez mutlaka oynanmalı!

İyi oyunlar!





DOĞA KAMPI MACERASI- BİR İLK


Çocuk ne zaman yuvadan ilk defa ayrılır ve kendi başına kalmalı bir yere gider? Ya da kime güvenip böyle bir organizasyona yollanır? Açıkçası oğlumla ilgili olarak bu sorular hep kafamdaydı ve 10 yaşına geldiğinde artık harekete geçme zamanı olduğunu hissettim. Çok yakın bir arkadaşımın tavsiyesi ile bir doğa kampıyla anlaştım ve ne kadar da iyi yaptığımı çocuğumun döndüğünde gözlerinde gördüğüm parıltıdan anladım.

 İlk deneyim çok önemli, çocuk sevmez, korkar ise al başına belayı. Bir daha çok zordur o direnci kırmak. O yüzden de tavsiye ve denenmiş bir yer her zaman tercihimdir. Arkadaşım, kızını ve oğlunu bu kampa göndereceğini, istersem benim de oğlumu yollayabileceğimi söylediğinde önce çekindim. Kim kaygı duymaz ki. Ama Titan Akademi ile tanışınca tüm bu olumsuz duyguların boşuna olduğunu anladım. Aladağ'da 5 gün 4 gece geçirilecek bir doğa kampı ajandası geldi önce. İçinde yok yok. Kanodan trapeze, ip Parkurları, Tırmanma Duvarı, Orienteering, Pusula Kullanma, Çadır Kurma, Düğüm Teknikleri, Trekking, Koç Şovları, Film Çekimi, Sucuk –Ekmek Partisi, Bisiklet, Gece Yürüyüşleri, Kamp Ateşi... Daha ne olsun ki! Oğlum listeyi görünce, hele bir de kamp koçlarından Buğra (Hızal) Koç ile telefonda konuşup doğruluğunu onaylatınca valizi hazırlamaya başladı. Zaten elimize gerekliler listesi verilmişti, hemen aldık, ama çorapları (yedi çift koymama rağmen yetmemiş) az gelmiş, siz daha fazlasını koyun. Babamız yine temkinli davranıp oğlumuzu vazgeçirmeye çalıştı, hani zorla gitmiş gibi olmasın diye, ama oğlan o kadar kararlı çıktı ki, baba bile pes etti sonunda.

Pazartesi sabahı açıkçası içim cızlayarak ( ne de olsa ilk defa bu şekilde bir ayrılık yaşıyorum çocuğumla, yanında ana ya da baba yokken gitmedi ki hiç bir yere!) otobüse bindirdim. El sallayarak uğurladım, akşamı zor ettim. Sadece iki gün telefon hakkımız vardı ve ilki o geceydi. Saat 19:30u zor ettim, telefon çaldı ve oğlumun neşeli sesini duydum:

- Anne, burası harika, çok eğleniyorum!

İşte o anda keyfimi, mutluluğumu anlatamam. Hele bir de yemekleri harika demedi mi, içimin yağı eridi. Benim oğlan biraz mızmızdır da, yemek seçer, beğenmez falan, o sorun da kalkmış oldu kafamdan. Geriye çocuksuz 4 gece kalmıştı işte.

Sayılı gün çabuk geçermiş, cuma akşamı karşılamaya gittik. Otobüsten iner inmez "bir daha gideceğim, çok güzeldi" deyince de tamam dedim, doğru zaman ve doğru yermiş.

Biliyorum ki bir çok anne-baba, çocuklarını bu tür kamplara yollarken bin kez düşünüyor. Ben bu konuda bir tecrübemi paylaşarak isteyip de emin olamadığı için gönderemeyen ailelere bir fikir vermek istedim. Titan Akademi, bu konuda gerçekten çok başarılıydı, çocuklar çok mutlu geldiler, ve tekrar tekrar gitmek istediklerini söylediler. Demek ki doğru bir tercihmiş. Linkler mevcut, girip bir inceleyin, ben ve benim gibi ailelerin yorumlarını okuyun, koçlarla konuşun. Sizin de çocuğunuzun böyle bir eğlence için vakti gelmiştir elbet!

Son söz; oğlumun uyurken yanından ayırmadığı bir ayısı vardır. 6 aylıktan beri her yere taşınır o ayı. Oğlum ayısını kampa götürmedi! Ve döndüğünde bahis konusu bile yapmadı. Bilmem bu büyük gelişmeyi anlatabildim mi!

İyi tatiller!
Detay resimler için linke tıklayabilirsiniz! Videoları da mutlaka izleyin, çocukların neler yaptığını ve ne kadar eğlendiklerini daha iyi görebilirsiniz.

https://www.facebook.com/photo.php?v=10151545817101857&set=vb.111867868985662&type=2&theater

https://www.facebook.com/photo.php?v=10151544431406857&set=vb.111867868985662&type=2&theater

https://www.facebook.com/titanakademi/photos_stream

6 Haziran 2013 Perşembe

GEZİ PARKINDA KONSER Mİ?


Tam 10 koca gündür, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk olan başkaldırı devam ediyor. Gezi Parkı dolup taşıyor, binler oraya gece-gündüz demeden akıyor, parkını koruyor. Parkın ağaçlarının kesilmesine engel olmak için toplanan küçük bir gruba polisin yaptığı ağır müdahale ile başlayıp, tüm ülkede " yetti ama senin bu ben istersem her şeyi yaparım havan" düşüncesinin alevlendirdiği toplu bir eylem haline gelen GeZi PaRkI direnişinin onuncu günü. Neler olmadı ki bu on günde. Ben bunları yazmayacağım ama, çünkü öyle güzel yazıldılar ki, daha iyisini yapmaya kalkmayacağım. Beni düşündüren bu akşam yapılacağı açıklanan konser!

Giderek yayılıp rehavete dönüşen İstanbul direnişine son darbeyi bence bu konser vurur. Öncelikle düşünmemiz gerekenler:

1. Bu konseri veren şahıslara bakın. Direnişin ilk 8 gününde yoklardı. Beklediler, ne zaman ki medya sansürü kalktı, başbakanları yurtdışına çıktı, bu şahıslar da açıklama yaptı. Zülfü Livaneli, sen nerdesin be abi, biz 10 gündür direnirken neden sesini çıkarmadın? İlk gün sen ve senin gibilerin desteğine ne kadar ihtiyacı vardı bu gençlerin. Çünkü bu hareketin nereye gideceğini kestiremiyorlardı, yalnızlardı. O zaman bir çıkıp ses verseydin ya! Bono'yla şarkı söylemek yetmiyor Zülfü! Hele sen Sertap Erener, sen değil miydin, gece vakti başbakanımı arayıp teşekkür ettim diyen? Yeni albümünü çok beğenmiş de senin de içinden gelmiş! O olayda nasıl tepki almıştın. Onu mu silmeye çalışıyorsun? Neredeydin 10 gündür! Tek laf bile edilmez mi, hadi bir twit at bari, ota boka atıyorsunuz ya! Diğerlerine de lafım aynıdır, Duman kenarda dursun.

2.  Bu konser tam da; Haydi, yedik, içtik, eğlendik, bir de şarkı söyleyip dağılalım. Babamız eve gelmeden ortalığı da toplayalım ki parti belli olması, hadi yavrularım! Demek istiyor. Yoksa bu kadar sanatçı, hele ki 1. maddede açıkça anlatılan şekil ve haldeyken, direnişe destekleri yokken oraya gelsinler? Aynı TV'deki eğlence programlarıyla halkı uyutmaya benziyor. Biraz daha gevşerseniz Acun bile gelip ufak çaplı Survival gösterisi yapacak aman ha!

Arkadaşlar, Gezi Parkı Direnişi sadece İstanbul değil, ve sadece Park değil artık. Bu bir demokrasi hareketi. Ne tür bir kazanç sağladık ki eğlenmeye/kutlamaya başladık? Ankara, Antakya, Rize huzurla bir gösteri yapabildi mi? İzmir tamam mı? Siz orada konser düzenlerken başka bir ildeki müdahaleye destek verebilecek misiniz? İçki ve eğlence verin, gençler susar! Bu mudur?

Tabi ki parkta eğleneceğiz, şarkı söyleyeceğiz, direnişimizin yöntemi bu. Ama birileri bizim için bir şeyler düzenliyorsa lütfen dikkat! Ben diyorum ki bu tür bir şölen için çok erken! Önce Başbakan gelsin, geri adım atsın, Direniş platformunu  ve isteklerini ciddiye atsın, o zaman en önde ben dansöz kıyafetiyle gelmezsem ne olayım!

Son söz; bazen bir konser sadece bir konser olmayabilir!

DİREN TÜRKİYE, DİREN TAKSİM sana unutturmalarına izin verme!

21 Mayıs 2013 Salı

Pi'nin Yaşamı: Bir sandala kaç hayat sığar?

Uzun zamandır böyle sıcak, iyimser ( ciddi vahşi anlatımlarına rağmen), ve ilginç bir öykü okumamıştım. Hani bazı kitaplar vardır, okurken hiç bitmesin istersiniz ama soluk soluğa da sonuna ulaşmaya çalışırsınız. İşte bu kitap ta benim için bu sınıfa giren bir yapıttı. Hiç bitmesin istedim, Richard Parker'a bir kez olsun dokunmak, sırtlanı yok etmek, zavallı Pi'ye bir yudum su vermek istedim. Anlayacağınız öykünün içinde kaybolup gittim.

Öykünün konusu belli, bir sandal, içinde 16 yaşında Hintli bir vegeteryan delikanlı, son derece saldırgan bir sırtlan, üzgün bakışlı, korkmuş bir orangutan, bacağı kırık bir zebra ve deniz tutmuş bir Bengal Kaplanı. Bu kadar etçilin içinde ayakta ve hayatta kalmaya çalışan bu çocuğun vahşi, akıllı, bir o kadar da uysal hali içimi acıttı. Zaten kitabın en başında şu cümle geçiyor;
 Bazı insanlar garipsemiş olsa da dini alışkanlıklarımı sürdürdüm.
Tanrılarına (hem Hindu, hem hristiyan hem de müslüman olmaya uğraşan bir genç kendisi) tüm yaşadıklarına rağmen isyan etmeyen, kaderini olduğu gibi kabul edip yaşamak için mücadele eden biri. Kitapta bu üç inanışın  karşılaştırmaları ve bir Hindu gözünden İsa eleştirisi var. Öykünün içinde kaybolmadan bu detaylara sarılın. Korku, endişe ve inançla ilgili tanımlar da en az din eleştirileri kadar gerçek ve mantıklı. Pi ile R.P. arasındaki ilişki de harika. Ölümcül bir korku, tarifsiz bir  hayranlık, hayatta kalma nedeni, karşılıklı ihtiyaçların yarattığı saygı. Pi Hinduluğun getirdiği inançla sevgi dolu, vegeteryan. Hayatta kalmak için ilk öldürdüğü balık için ağlayıp dua ediyor. Sonrasında tabi ki bu kadar hassas olmuyor, ama tüm vahşete rağmen, içindeki canlıya saygıyı hissediyorsunuz.

İki düşmanın hayatta kalmak için birbirine tutunma öyküsü bu. Asla arkadaş değiller, aralarında bir sevgi yok. En azından R.P. için Yine de Pi şunu söylüyor;

Bir hayvanın gözlerinde gördüğün aslında kendi yansımandır.

Vahşi hayvanlar sevmez, güce itaat eder, orman kanunu! Sandalda da bu tür bir güç dengesi var. Ve tüm bu oyunlar Pi'nin hayatta kalmasını sağlıyor.

Zıtlıkların uyumu, bence okunması gereken bir kitap. Alıntı olduğu söylense de, değerli. Çünkü öykünün değil nasıl anlatıldığının önemi var bence. Ve bu öykü güzel anlatılmış. Bu arada, son bölüme dikkat, belki de olaylar böyle olmadı, kaplan aslında Pi'nin ta kendisi, ne de olsa R.P. asla bulunamadı!

İyi okumalar!

Penceremden

Karşı penceremdeki çocuk on yıl önce girdi hayatıma. Pencerenin önünde büyüdü. Odası balkonumla karşılıklı. Ne zaman sigara içmeye çıksam onu seyrederim. Yıllardır. Önce tekti, sonra kardeşi doğdu. Kah resim yapar çocuk, kah bilgisayar oynar. Belki de film seyrediyor, bilmiyorum. Son dört yıldır beyaz, kalın çerçeveli gözlük takıyor. Yakıştı bence. Bahçeye inmez, bir kez parka indirdiler, neşeyle oynamaya kalktı diğer çocuklarla. Dedesi çok kızdı, eve götürdü onu. O da haklı, koca cüssesiyle çocuk, diğer miniklere belki de zarar verir, kim bilir? Kardeşi büyüdü, okula başladılar. Çocuk zaten gidiyordu, ama sanırım artık gitmiyor, çünkü tüm gün evde. Bir kez otoparkta karşılaştık. 'Nasılsın' dedim, , yüzüme baktı, 'sen kimsin' diye sordu. Yanında annesi gülümsüyordu. 'Komşunuzum! dedim, ismimi söyledim. Yüzüme baktı, ' sen kimsin' diye tekrarladı. Aynı yanıtı verdim. 3-4 kez tekrarlandı aynı replikler. Sonunda annesi çocuğu alıp gitti. Arkasından baktım.
Bugün yine penceredeydi. Kız kardeşi artık büyümüş, hatta bir bebek kardeşi daha var. Pencerenin kenarındaydı. Derken kız kardeşi geldi, çocuğa vurmaya başladı. Vurdu, vurdu. Gitti, tekrar gelip vurdu. Çocuk hareket etmedi, ben de. Sonra kız gitti, çocuk arkasından baktı. Pencerenin altına çömelip oturdu. Artık onu görmüyorum.

11 Ocak 2013 Cuma

Tanrı DaimaTebdil-i Kıyafet Gezer: Bir Vakit Kaybı

Hatırladığım ilk öyküleştirilmiş kişisel gelişim kitabı Paul Cohelho'nun Simyacı'sıydı. Binbir gece hikayelerinden esinlenilerek yazılmış, sürükleyici ve türünde ilk olması sebebiyle de ilginç. Daha sonra bu tarz yüzlerce kitap çıktı, Tanrılar Okulu bu konuda yazılmış en üst seviyede felsefe içeren, zorlayıcı bir kitap olarak ön plana çıktı. Diğerlerinden bahsetmek bile istemiyorum, okuyucu kitlesi garanti olan bir tür olduğu için yığınla best seller üretildi. Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Giyer de böyle bir kitap. Kişisel gelişim kitaplarının önerdiği üç fikrin üzerinde dönen koca bir boşluk. Üç satırlık, üstelik artık herkesin bildiği (yeni hiç bir vaad yok) bu fikirlerden yola çıkarak nasıl bu kadar uzun saçmalanmış görmek isterseniz buyrun okuyun. Şahsen ben öyle yaptım. Daha ne kadar saçmalayabilir ki derken 'De Ex Machine' gereği sınırları zorlamış demiyeceğim, onları da aşmış gitmiş. Öyle ki, gökten üç elma düşmüş lafını bekler olmuşuz sonunda. O kadar klişe bir kitap ve o kadar bilindik fikirler ki, birinin bu kitabı okuyup, aaa bak bunu hiç bilmiyordum demesi için aydan gelmiş olması gerek. Kurbağanın sütün içine düşüp çırpınmalarıyla onu tereyağına çevirip canını kurtarması, bir lira ile evinize geri nasıl dönersiniz egzersizi, karşındakini etkilemek ya da anlayabilmek için beden hareketlerinin tekrarı ( zaten farkında olmadan yaparız bunu), üstelik bunları hiç de orjinal olmayan örneklerle verilmiş olması kitabı çalma çırpma bir kişisel gelişim ile Tanrılar Okulu'nun bir özentisi arasında gidip gelmesini sağlıyor. Dreamer ile İgor arasındaki benzerlik de buradan geliyor. Tek farkla, İgor bu haliyle kötü bir taklit ve nereden çıktığını açıklama pahasına kan bağlarına iliştirilmiş bir şahsiyet. Sonuç olarak kişisel gelişim kitabı deseniz değil, öykü iyi deseniz o da değil, 'de ex machine' gereği yaratılmış bir sonla zaten ne kadar kaliteli olabilir ki, edebi eser mi,  yanından geçmiyor. Geriye kalıyor vakit kaybı. Evet, bence tam bir vakit kaybı. Şayet kişisel gelişim ile ilgileniyorsanız piyasada kaliteli bir sürü, üstelik de yeni fikirler içeren kitaplar var, onlardan alın. Güzel bir öykü okumak istiyorsanız, raflar kaliteli ve edebi binlerce harika kitap ile dolu. Yok ben hem gelişim, hem de öykü karışımı istiyorum diyorsanız, Tanrılar Okulu'nu deneyin,  kopyadan ziyade aslını okuyun. Sadece en çok satan olmak  iyi kitap olmak anlamına gelmediğini yine ispatladı.
Kitapla ilgili internetten arama yaptığınızda bir sürü methiye bulacaksınız. Çoğunun reklam olduğunu, kitap satışı için oraya konduğunu unutmayın lütfen ve okurken sürüden ayrılmayı deneyin. Okuyacak bu kadar çok kitap ve bu kadar az zamanımız varken, derim ki, bu kitapla vakit harcamayın. Pi'nin Hayatı çok daha felsefe yüklü, deneyin derim. Bu arada Pi ile ilgili yorumumu da yazacağım, gecikmez, merak etmeyin. İyi okumalar!