Hürriyet

>

7 Mayıs 2010 Cuma

ITP ile Yaşamak-2

Bir önceki yazımda ITP hastası çocuk ve ailenin artık evde olduklarını söylemiştim. Bugün ara tahlillerini yaptılar, sonuçlarını aldılar. Ama bugüne nasıl geldiler? İşte annenin günlüğü;

1. Gün (Çarşamba)
Hastaneden çıkmamız, girmemizden çok daha uzun sürdü. Artık ayakta bekliyorum. 41.000 haberi inanılmaz bir yankı yaptı, bu kadar sevildiğimizi bilmiyordum. Aşağı kattaki servis hemşiresi aradı az önce, bizimkiler 41.000 deyince attığı çığlığı odadan duydum. Ya herkesin umudu tükenmişti de şaşkınlıktan atıyorlar bu çığlığı, ya da gerçekten bekliyorlardı da sonunda oldu dediler. Oğluma cesaret sertifikasını törenle verdiler. Çok gururlu şimdi, anne ağlamadığım için verdiler di mi? diyor. Evet diyorum, çok cesurdun, o yüzden hakettin bunu.
Evde annemler heyecan içinde, sarılıyoruz sevinçle. Daha bitmedi ama diyorum, en azından evdeyiz artık. O gece ailecek kutluyoruz, akşam yemeğimiz keyifli, kafaları bile çekiyoruz, ne de olsa evdeyiz artık.
2. Gün (Perşembe)
Saçlarım rezil durumda. Bu ay daha erken çıktı beyazlarım. Kuaföre gidiyorum, saçımı boyayan çocuk alnınızdaki beyazları da boyayayım mı diye soruyor. İlk defa dikkatli bakıyorum, alnımdaki tüyler bile beyazlamış. Hayır diyorum, kalsın, onlar bana çok önemli bir şeyi hatırlatıyor, kıymetli beyazlar onlar, boyama.
3. Gün (Cuma)
Artık her günümüz aynı. Oğlumun üst kata çıkması yasak. Merdivenlerde düşmesin. Cam bardak yasak, eli kesilmesin. Ziyaretçi yasak, hastalık bulaşmasın. Ev hapsimiz başlamış bulunuyor. Daha tahlile yedi gün var. Gel bakalım şafak 7...
6.Gün (Pazartesi)
Oğlumun okuluna gidiyorum. Hayat devam ediyor ve derslerden çok geri kaldı. Kitaplarını istiyorum. Öğretmenleri önemli olan sağlık diyorlar ama bilmiyorlar ki bizim normal hayatımıza ihtiyacımız var. Tekrar okula döneceğimiz günlerin hayaline ihtiyacımız var. Yoksa hastalıkla kafayı yer insan. Eve getiriyorum kitaplarımızı. Artık her gün iki saat ders, bir saat okumamız var. Hedefimiz en kısa zamanda okula dönmek, kaldığımız yerden hayatımıza devam etmek. Bu işe tek bozulan oğlum. Ne gerek var bunlara, ne güzel oynuyorduk diyor. Haklı tabi, ama artık cennetinden biraz kopması gerek. Biz okula döneceğiz, karar verildi, geri dönüş yok.
7.Gün(Salı)
Her kötü olay, yanında bir güzellikle gelirmiş. Bizimki de iştah oldu. Bir tabağı bitiremeyen oğlumu artık doyurmak mümkün değil. Mutluluktan sarhoşum. Sofradan kalkan oğlum muza saldırıyor, iki taneyi mideye indirdikten sonra bir litre sütü içiyor, Corn flakes istiyor hemen ardından, mısır patlatmamı istiyor akabinde. Tuz ve şeker yok, bunun dışında uygun porsyonlarda verildiğim takdirde beni bile yiyebilir. Mutfaktan çıkamıyorum, ama keyfim yerinde...
8. Gün (Çarşamba)
Oğlum artık patlamak üzere sıkıntıdan. Ejderhanı Nasıl Eğitirsin filmini tutturmuş. Ama sinema bize imkansız, yalvarıyor, kıramıyorum. Sabahki ilk seansa götürüyorum oğlumu. Ağzımızda maskemiz. Allahtan bomboş. Oturup gözlüklerimizi takıyoruz, tabiki elimizde en büyüğünden patlamış mısırlarımız. Oğlum soruyor, anne, ağzımda maske varken nasıl yiyeceğim ki ben bu mısırları? Yine haklı, etrafa bakıyorum kimse yok, çıkar o zaman diyorum, atıyoruz maskelerimizi. Derken içeriye bir çocuk ve annesi giriyor, biraz ilerimize oturuyorlar. Maskeleri var. Şey, diyor, oğlum hasta o yüzden salon boş olur diye getirdim, kortizon kullanıyor da, diyor. Biz de diyorum. Devam ediyor, 10 gün önce hastanedeydik, iki hafta yattık. Biz de diyorum şaşkınlıkla. Aynı hastanede yattığımızı öğreniyorum. Aynı ilacı kullandığımızı da. Onun da sorunu bağışıklık sistemiymiş. Antikorlar karaciğerine saldırıyormuş ve bir tür hepatit oluyormuş çocuk. O yüzden de ömrünün sonuna kadar bu ilaca devam edecekmiş. Sizinkinin tedavisi var mı, geçecek mi diye soruyor. Evet, tedavimiz var ve biz bu hastalığı yeneceğiz, geçecek, ama bu yanıtı vermek çok zor geliyor işte. İnşallah hepimizin geçecek, çocuklar kuvvetlidir, moral bozmamak gerek diyorum. İçim acıyor, bakıyorum ufaklığa, oğlumdan bile küçük, dört yaşında ya var ya yok. Çıldırmış bu virüsler, mutant canavarlara dönüşmüş. Keyfim kaçık seyrediyorum filmi, teknoloji harika ama ne pahasına?
9. Gün(Perşembe)
Tüm günümüz yarına endeksli. Oğlum bile tahmin yapıyor, çok iyimser, yüz bin üstü olmuşumdur kesin diyor. Geldiğimizden beri hep beraber yatıyoruz. Kedi dahil. Oğlumu uyuttuktan sonra sarılıyorum, mis gibi kokuyor (iyi ki yıkamışım bugün). Kafamda rakamlar uçuşuyor, doktorun yüzü, ilacının vermiş miydim şüphesi...Kedim geliyor gurlayarak, yatıyor üstüme. Onu da ihmal ettim bu aralar, okşuyorum başını. Sanki her şeyi anlıyormuş, beni sakinleştirmek istiyormuş gibi sürtünüyor, genelde yapmaz çünkü. Soğuk bir kedidir kendileri. Ama bu akşam gurul gurul başını yanağıma dayıyor. Oğlum ve kedim, daha ne isterim, içim geçmiş...
10. Gün (Cuma)
Büyük gün geldi, baba-oğul kan vermeye hastaneye gittiler, evde kalıp kahvaltı hazırlamak bana düştü. Her şeyi hazırladım, halen gelmediler. Telefon açıyorum sonunda, nerelerdesiniz? Geldik diyor eşim, park ediyoruz, sonuçlar iki saat sonra çıkacak.
İki saati e-posta kutumuza bakarak geçiriyoruz, ve sonunda beklediğimiz posta geliyor. Açıyoruz, baktığımız satır belli, Trombosit;
299 bin
Gözlerimize inanamıyoruz. Çığlık çığlığa sarılıyoruz, çok şükür bitti. Artık yavaş yavaş kortizonu azaltıp bitireceğiz, ve oğlum pazartesi günü okuluna başlayabilecek. Oğlum hariç herkes bayram yapıyor, o ise bana dikmiş gözlerini soruyor;
Gerçekten okula gitmek zorunda mıyım?


İşte böyle sevgili okur, siz de ben de bu hikayeden kurtulduk sonunda. Kahramanımız küçük oğlan dışında herkes için mutlu son. Keşke tüm öyküler böyle bitse.

Başka konularla yine buralardayım. Galiba Anna Kareninna hakkında yazmak istiyorum. Çok ama çok ilginç, bir o kadar da muhteşem bir kitap. Tekrar okuyun, okumak zor geliyorsa benim yazıma bir göz atıverin, belki fikrinizi değiştirirsiniz...