Hürriyet

>

8 Nisan 2015 Çarşamba

KÜÇÜK YAZARIN EL KİTABI- ÇOCUKLAR İÇİN ÖYKÜ YAZIM TEKNİKLERİ

           Sonunda ilk kitabım çıktı. Küçük Yazarın El Kitabı. Yılların yazma ve okuma birikimiyle öğretmenlik tecrübemi bir araya getirebildiğim kılavuz kitap. Aslında amacım kitap yazmak değildi, daha çok ders notlarımı düzenlemek, egzersizlerimi ve örneklerimi derli toplu sıraya sokmaktı. Böylece elimde bir sürü kitap, kağıt ve bilgisayar taşımayacak, her sınıfa standart bilgi aktarabilecektim. Çünkü bazen konu sizi alıp götürür, birden kendinizi Aziz Nesin'in bir hikayesini çocuklara okur bulursunuz. Diğer sınıfta okumadığınız için suçluluk duyar, onu da müfredata eklersiniz. Bunun da sonu yoktur. Halbuki derlenmiş bir kitaptan gitmek hem beni hem de çocukları konuda tutar. İşte kitap bu şekilde ortaya çıktı. Biraz fazla detaya girince yazar arkadaşlarımın çabalarıyla bir yayıneviyle görüşmeye ikna oldum. Çünkü ortaya çıkan şey ders notlarından daha iyi bir ürün olmuştu. Esen Yayıncılık bunu fark eden ilk yayınevi olarak basımı üstlendi ve beş aylık bir çalışmanın sonunda piyasaya çıktı Küçük Yazarın El Kitabı.

Neler var kitabımda? Öncelikle ilkokul 4-ortaokul 8. sınıflar arası 10-14 yaş aralığına hitap ediyor. Yaratıcı yazarlık tekniklerini 5N1K sırası ile veriyor, tanınmış filmlerden örneklerle konuyu pekiştiriyor ve egzersizlerle çocukların kendi başlarına yaratım sürecine girmelerini sağlıyor. Sınırlı yazım teknikleriyle çocukların daha çok yazması teşvik ediliyor. Sınıflarımda kullandığım bir çok egzersiz ve tekniği bu kitapta verdim. Çocukların yazma keyfini artıran, kalitesini yükselten egzersizler olduğunu derslerimde gördüm. Kendi atölyemde kullanmadığım hiç bir bilgi ve tekniği kitaba koymadım. Ama kitaba koyamadığım daha nice örnek, egzersiz ve bilgi var, orası ayrı. Bu kitapla çocukların kendi öykülerini yazabilecek kadar teknik öğretmeyi amaçladım, umarım başarmışımdır. Çünkü aynı bilgilerle atölyemde öğrencilerim harika işlere imza atıyorlar.

Sonuçta bu kitap bir öykü yazma kılavuzudur. Çocukların hayal güçlerini kullanarak derli toplu bir hikaye yaratmalarına yardımcı olur. Daha nitelikli okumalar yapmalarına önderlik eder. Bir çok arkadaşım sadece çocukları için değil, kendileri için aldılar kitabı. Bir başlangıç yapmak istediklerini söylediler. Neden olmasın, 10 yaşında bir çocuğa bile öykü yazdırabiliyorsak siz neden yazmayasınız?

Kitaptan kısa bir giriş vererek yazımı bitireyim:

"Öykü yazmak tıpkı giyinmek gibi belli bir sıra ister. Önce çorabınızı sonra ayakkabınızı giyersiniz, fanilanızı kazağınızın üzerine giyemezsiniz. Öyküde de anlaşılır olmak için bir düzene ihtiyaç vardır. Karakteri yaratmadan macerayı kuramazsınız, çatışmayı yaratmadan neden-sonuç ilişkisini veremezsiniz O yüzden sırayla gitmek size en başından itibaren kolayca yaratma, mantık ilişkilerini kurabilme olanağını verir.  
            Önce karakter yaratmakla başlayın. Kahramanınız ve yardımcıları ortaya çıktıkça düşmanlar da belirmeye başlar. Sırada çatışma var, düşmanla beraber artık savaşın ya da anlaşmazlığın sebepleri oluşur. Son olarak da tüm bunları ayakta tutacak bir iskelete ihtiyacımız var. Kurgu ya da olay örgüsü işte tam da bize bunu sağlayacak." Küçük Yazarın El Kitabı
(Atölye ve okul eğitimlerimle ile ilgili detaylı bilgi için http://www.zumrutbiyiklioglu.com/)
Merakettiklerin.com

MUHTEŞEM ANTAGONİST MR. FLETCHER

Tüm kurmaca metin yazarları çok iyi bilirler ki yarattıkları kahramanı orta ya çıkaracak olan düşmanıdır. Çünkü protagonistin gerçekte kim olduğunu gösteren, sıradan hayatında takındığı maskeyi düşüren, zor kararlar vermesini sağlayan kişidir o. Kurmaca metinde antagonistin anlamı tam da budur, kahramanın savaştığı, çatışırken de kendini bulup geliştirdiği zıt karakter. Karakterlerin kahraman olmak için yenecekleri bir düşmana ihtiyaçları vardır, kazanılan savaş yoksa zafer de yoktur ve kahramanlar zaferlerinden var olurlar. Demek ki antagonist yenilmesi gereken bir korku, aşılması gereken bir engel, belki de keşfedilip kabullenilmesi gereken bir yetenektir. Whiplash'i seyrederken Mr. Fletcher'a belki de defalarca kere hayran olmamın sebebi de bunlardı. Son derece başarılı yaratılmış, bipolar kişilik bozukluğu olması muhtemel, tutkulu, hırslı, kindar ve yetenekli Mr. Fletcher belki de son dönemlerde izlediğim en başarılı antagonist. Hayran olunan öğretmenden korkulan orkestra şefine, beğenisinin kazanılmaya çalışıldığı müzisyenden nefret edilen insana uzanan bir çizgide ilerler Fletcher kahramanın gözünde. Aynı anda ne çok şeydir Fletcher. Ve kahramanı nerden nereye taşır. Kurmaca metninizde antagonistiniz ne kadar iyiyse öykünüz o kadar sağlam, kahramanınızın gelişimi o kadar inandırıcı olur. Korkak, kendine güvensiz bir çocuktan cesur bir caz bateristi çıkaracak olan antagonistin de çok iyi kurgulanmış olması gerekir. Üstelik bunu yaparken duyguları hayranlıktan korkuya, öfkeden nefrete, sevgiden saygıya değiştirebiliyorsanız iyi bir iş çıkarmışsınız demektir.
Genç baterist ile Flatcher arasındaki ilişki büyük bir hayranlıkla başlar. Fletcher muhteşem biridir ve tüm öğrenciler onun tarafından keşfedilmeyi arzular. Orkestrası bir numaradır, sadece efsane olacaklar yer edinebilir. O yüzden Andrew orkestraya seçildiğinde ayakları yerden kesilir, kendini neredeyse Fletcher'a adar. Paydosu olmayan çalışmalar, parçalanmış eller, kaybedilmiş sevgililer düşüşün başlangıcıdır. Çünkü bu adanmışlık takdir görülmeyip daha da zorlamaya gidince Andrew'da öfkeye sebep olur. Ne yaparsa yapsın hep daha fazlasını istemiştir Fletcher ondan. Ve normal olarak takdirsiz bir zorlama öfkeye sebep olur. Bunun sınırı nerededir, birini ne kadar zorlayabilirsiniz? Efsaneysen asla pes etmezsin ama sıradansan kaçar gidersin. Fletcher'ın sınırı budur işte, ya efsane olmak için kal ya da çek git. Sıradan bir müzisyen olmanın anlamı yok. Fletcher sınır uçlardadır ya hep, ya hiç. İşte o yüzden de muhteşem bir antagonisttir. Kahramanın hayatta kalmak için tek şansı "hep" olmaktır. Bundan daha güzel gelişim sebebi olabilir mi? Hele içine bir de intikam kattınız mı, ki son sahne intikamdan başlayıp saygıya uzanan bir süreçtir, tadından yenmez.
İşte benim Whiplash'im, işte benim antagonistim. Belki de bir kez de bu gözle seyretmek gerek, antagoniste hakkını vererek. İyi-kötü gibi basit bir ayrımdan amaca giden her yol mubahtır diyene saygı duyma gelişimini göstererek. İyi seyirler!


12 Şubat 2015 Perşembe

Çocuklar İçin PlayStation Oyunları -4


           Artık yeni bir oyun konsolumuz var; Playstation 4! Teknik özelliklerine, ps3ten farkına, oyuna kattıklarına hiç girmeden-çünkü bunlar için oldukça geç kaldım, tüm oyun sitelerinde yazılıp çizildi, tartışıldı-çocuklara zararlı olmadığını düşündüğüm oyunları inceleyeceğim. Bu arada ps3ten de asla vazgeçmeyeceğim. İsterseniz öncelikle ps3ün keyifli çocuk oyunlarına bir bakalım:

1. Little Big Planet- Karting: Çılgın araba yarışlarına hoş geldiniz. Farklı pistler, LBP özgü kendin yarat seçenekleriyle sayısız kombinasyonda araç seçenekleri, çoklu oyuncu deneyimi ile harika bir oyun. Diğer LBPlerden farklı olarak bilmece çözmek yok, sadece hız ve verilen bonuslarla rakipleri eleme var!






2. Little Big Planet 3: Yeni çılgın arkadaşlarıyla Sackboy geri döndü. Hem ps3 hem de ps4 seçenekleriyle içinizi ısıtacak bir oyun. Zaten artık LBP nedir, neden sevilir gayet iyi biliyoruz. Daha üzerine ne konuşuyoruz? Alıp oynayalım hemen!

https://www.youtube.com/watch?v=ymCDdrMKPrY

LBP kendi mekanınızı ve oyununuzu yaratmak için ortam sağlar. Yaratırsınız, ve sosyal medyasında paylaşırsınız. Ve artık o bölüm herkes tarafından oynanır. Sadece oynamak değil, yaratmak ve paylaşmak istiyorsanız LBP en uygun seçenek. Gerçi bir çok oyun da buna benzer eklentiler yaptı (infamous2 gibi) ama galiba en başarılısı LBP!

the cave ps3 ile ilgili görsel sonucu
The Cave yine eğlenceli ve bulmacalı bir oyun. Çoklu oyuncu seçeneği ya da online özelliği yok ama oldukça keyifli. İki kez oynadığım düşünülürse sınavı geçmiş demektir. Singstar ps4 için çıkardı. Bu oyunla karaoke yapabiliyorsunuz. Aile ve dost toplantılarında oldukça neşeli anlar yaşatıyor. Biz bir yılbaşı gecesini Singstar ile geçirmiştik ve çok eğlenmiştik.



Gelelim son bombaya! Ey ebeveyn, madem almışsın evine bu güzel aleti, bu yazıyı okuduğuna göre de meraklısın azıcık, neden kendine bir güzellik yapıp, gelmiş geçmiş en iyi oyunlardan biriyle tanışmıyorsun? Hep çocuğa hep çocuğa! Hiç bize yok mu? Olmaz mı.... İşte Uncharted serisi. Kadın-erkek milyonlarca hayranını 2007den beri konsol başına kilitleyen, ödüle doymayan serinin dördüncüsü ps4te çıkıyor. Modern Indiana Jones diyebileceğimiz Naten Drake ve arkadaşlarının maceralarını sadece oynamakla kalmayacak film gibi izleyip, içinde yaşayacaksınız. Serinin ilk üç oyunu ps3te olmakla birlikte, ps4 için tekrar düzenlenecekler ve yeni serverla online olacaklar. Bu da tekrar UC çılgınlığı yaratacak demek. Şayet elinizde ps3 varsa, hazır şu anda ucuzlamışken neden bu serinin ilk üç oyununu hafta sonunda kendinize hediye etmiyorsunuz? Unutmadan söyleyeyim UC2 Among The thieft ilk bölümünde İstanbul-Topkapı sarayını canlandırmış. Muhafızları Türkçe konuşurken duyduğunuzda şaşırmayın!





Son olarak Türkçe demişken Puppeteer'ı unutmamak gerek. Türkçe olarak satışa sunulan bu oyun masallar anlatarak maceralara sürüklüyor oyuncularını. Çoklu oyuncu seçeneği var ama pek keyif vermiyor. Yine de oyun eğlenceli.
https://www.youtube.com/watch?v=4qlEhkhDxKg


İyi  oyunlar!!!







16 Eylül 2014 Salı

Ay Çarpması - Juan Ramon Biedma


              Mahuachi piramidinin bir kopyasının Sevilla'ya inşa edilmesiyle başlayan garip olaylar, kız kardeşini öldürmekten idama mahkum olmuş Pisca adlı kızın yine Sevilla'da infaz edilmesine kadar doruğa çıkar. Dev baykuşlar, kaçırılmalar, ortadan yok olmalar, ayın çift olması, ortada gezen saldırgan hayaletler...Hastaneden yeni çıkmış Eme, bir sürü karışık, garip olayın merkezindedir. Üstelik en büyük yardımcısı Seyyar Satıcılar Tarikatı isimli kitabıdır. Çünkü satır satır yaşadıklarına benzer olayları anlatmaktadır. Eme'nin arkadaşları kör Paco, babası ağır hasta olan Tona ve Fritz, garip güçleri olan  Pena'nın bulunması için Eme 'ye yardım etmektedirler. İşler gittikçe karışmakta, garipleşmekte, üstelik Eme'nin de çözümsüzlüğü artmaktadır. Finale doğru artık mantık bağı kopan Eme sadece iç güdüleriyle kime güveneceğini seçmek zorundadır.
           

Başından sonuna kadar heyecan içinde okuyacağınız bu kitapta şizofreninin çözümsüz ve mantıksız kurgularına şahit olacaksınız. Kitap Eme'nin gözünden anlatıldığı için asla gerçek olayları bilemeyecek sadece ufak ip uçlarından şüpheleneceksiniz. Zaten çözmeye çalışmayın da, Eme kendi dünyasında yarattığı karmaşayı dahi mantığa oturtamamışken siz nasıl gerçeklere ulaşabilirsiniz ki? Belki de şizofren üzerine yazılmış en ilginç kitaplardan biri. Hastalıklı düşüncenin ne olduğu üzerine edebi bir  güzelleme. Gerçekle hayalin karman çorman olduğu, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmediğiniz bir dünyaya hoş geldiniz. Ömrünüzün sonuna kadar böyle bir alemde yaşamaya mahkum olsaydınız ne olurdu acaba? Sürekli sorular, başka başka bağlantılar, çözümsüz olaylar, zaten çözmeye çalışmayan, hatta bağlantıları ble göremeyen bir beyin. Bence korkunç bir hayat. Bir kabusa kapatılmışsın gibi. Üstelik kabusun yaratıcısı sensin.
             Şizofren belki de beynin farklı çalışmasının en ilginç sonuçlarından biri. Şüphe, çelişki, geniş hayal gücü, çarpıtılmış ya da artık önemsenmeyen gerçekler, beynin sürekli ve düzenli kişi ve olay yaratım gücü. Olmayan kişi ve olaylar...
              Juan Ramon Biedma  farklı bir Sevilla dekorunda anlatmış öyküsünü, kötücül, fakir, baskıcı ve sokakta infaz yapacak kadar geri. Tabi bu tasvir tamamen Eme'nin yaratımı. Yine büyük şirketlerin arsalar ve fakir insanlarla kar ilişkileri- ki burada Eme kendini suçlamakta aslında, çünkü ailesi zengin ve belki de bu işi yapanlardan biri, Sabato / Tobasa çevrimi- Nasca çizgileri ve Peru - burada Eme'nin ailesinin böyle bir kazıda öldüğünü hissediyoruz, en azından ben, kesin bir anlatım yok- piramidin tüm kötücüllüğü buradan geliyor belki de.
                 Karmaşık bir kitap, anlatım basit ama bir şizofrenin düşünceleri kadar mantıklı bir sira takip ediyor. Yıllar önce okuduğum "Sana Gül Bahçesi Vadetmedim" den sonraki ilk çarpıcı şizofren kahraman.
                Bir iki kitap eleştirisi okudum, açıkçası aynı kitabı mı okuduk anlamadım, demek ki gerçekten herkeste farklı bir öykü uyandırıyor. Bence siz de okuyup bu kafası karışık gruba katılın. Böyle bir bakış açısı sağlıklı kafayla kolay kolay yakalanamaz zira.

İyi okumalar,

14 Temmuz 2014 Pazartesi

HAYATA KARŞI PASİF DİRENİŞİN ÖYKÜSÜ-KATİP BARTLEBY


          "Yapmamayı tercih ederim." Edebiyatın belki de en ünlü diyalogundan birisidir Katip Bartleby'nin bu cümlesi. Wall Street'de bir noterde yazıların kopyalarını çıkarmak için işe başlayan Katip Bartleby'nin ünlü pasif direniş öyküsü. O kadar ikna edici ve karşı konulamaz olarak iş yapmayı reddeder ki, işveren değil ona iş yaptırmak, ondan kurtulabilmek için işyerini taşımak zorunda kalır. Zira pasif direnişçi katibimiz sadece iş yapmamakla kalmaz, yerleştiği mekanından da çıkmak istemez. Kendisinden istenenlere " yapmamayı tercih ederim" diyerek yanıtlayan bu ilginç kişilik anlatıcı avukatı da çok etkiler. O kadar ki, kendisini ona karşı sorumlu hisseder, iş yapmamasına rağmen parasını ödemeye devam eder, iş yerini taşıdıktan sonra yeni kiracılara zorluk çıkardığında onunla konuşmaya gelir, son noktada da hapse atıldığında onunla özel ilgilenilmesini istediği için gardiyanlara para dahi verir. Ancak Bartleby o kadar ilerletir ki direnişini, sadece çalışmamak değil, yaşamamak olur hedefi. Yemek yemeği keser, insanlarla ilişkisini bitirir, zorlayanlara ise "tercih etmediğini" söyler. Son noktada yaşamamayı tercih ederek ölür.

Herman Melville'nin bu çok ünlü öyküsünün konusu kısaca bu. Peki onu kült yapan ne? Çünkü o bir öncü, yapmayarak karşı çıkan, bir isyankar. O dönemin "Duran Adam"ı. Yalnız Oblomov ile asla kıyaslamayalım, çünkü biri tembellikten yapmaz, diğeri tercih etmediğinden. Kim bilir, belki de Gandhi bu öyküden etkilenmiştir ve İngilizlere karşı pasif direnişini başlatmıştır.

Bu öykü tüm edebiyata esin kaynağı olmuş. Kafka, Camus kendi eserlerinde bu pasif direnişi bir şekilde yaşatmışlar. Belki de büyük okumalara geçmeden bu küçük öyküyü okuyup anlamak gerek. Çünkü tohum olan bu ve bir sürü ağacı içinden çıkarmış.

Açıkçası son seçimlerde oy vermeyen kitleyi Katip Bartleby'e benzetiyorum. Bazen hiç bir şey yapmamak çok şey anlatabiliyor, aynı Duran Adam gibi...

Sinemaya da aktarılan bu öyküyü okumadan geçmeyin. Kısa, basit ama yüklü. Her edebiyat severin bilmesi gereken bir öykü.

İyi okumalar,


KASAP ÇIRAĞI - PATRİCK McCABE

          
          "Bir uçak vızıltısı duydum uzaktan. Bir keresinde evlerin arkasındaki patikada durmuş, gözlerimizi güneşten sakınıyorduk ve Joe, Şu uçağı gördün mü Francie? diye sormuştu. Gördüm, demiştim. Uzaktan bakınca minik gümüşi bir kuşu andırıyordu. Şunu merak ediyorum, demişti Joe, onun içine sığacak küçüklükte adamı nasıl buluyorlar? Bilmem, demiştim. Uçaklar hakkında fazla bilgim yoktu o günlerde."

İrlandalı yazar Patrick McCabe'in başarılı romanı Kasap Çırağı işte bu sözlerle kahramanının yaşını ve saflığını okuyucuya veriyor. Dublin'e yakın bir kasabada yaşayan Francie Brady, alkolik bir baba ve bunalımlı bir annenin oğludur. Tek arkadaşı Joe Purcell ile Tom Sawyer kıvamında bir çocukluk yaşamaktadır. Evdeki huzursuzluk, mutsuzluk ve şiddet yüzünden fazla eve uğramayan Francie, tek kaçışı olan en iyi arkadaşı Joe ile kendine bir dünya yaratmıştır. Zaten tüm hayatı boyunca ne zaman zorlansa, başı belaya girse bu sanal dünyaya sığınıp, ona kavuşmak için her şeye katlanacaktır. Kasabaya Londra'dan taşınan Nugent Ailesiyle beraber Francie'nin suç yaşamı başlar. Öncelikle Nugent'lerin kendi yaşlarındaki bakımlı ve titiz oğlu Phillip, Francie'nin nefret odağı olur. Sıcak bir evde, ilgili bir baba ve şevkatli bir anneyle olması, şık ve temiz giyinmesi, pırıl pırıl çizgi romanlara sahip olması yeterlidir Francie için. Çünkü Francie'de bunların hiç biri yoktur. Joe ile birlik olup Phillip Nugent'in çizgi romanlarını çalarak ilk suçunu işler. Bayan Nugent'in bunu öğrendikten sonra evlerine gelerek yaptığı konuşma Francie'nin tüm aileden nefret etmesine neden olur.
"Domuzlar, bütün kasaba biliyor sizin domuz olduğunuzu."

Bu olaydan sonra zaten hayal kırıklıklarıyla dolu evliliği yüzünden yeterince mutsuz olan anne Brady bir süre akıl hastanesine kapatılır. Francie vicdan azabıyla doludur, annesinin "garaja çekildiğini, tamiri bitince geleceği"ne inanarak geçirir vaktini. Bir de ailenin gururu Alo amcanın Noelde geleceği beklentisi. Anne "garajdan" çıkar, Alo Amca Londra'dan gelir, keyifli bir Noel gecesinin sonunda aslında taptığı Alo Amcasının bir yalancıdan başkası olmadığını anlar ve evden kaçar. Dublin'de geçen günün sonunda pişmanlık içinde eve döndüğünde kötü haberle karşılanır. Artık her şey baş aşağı gidecektir.

Francie yavaş yavaş suça itilir, cezalandırıldıkça suç işlemenin gerekliliğine inandırılır, vicdan azapları, kıskançlık, sahipsizlik duyguları içinde kendinden ve tüm dünyadan nefret eden küçük bir çocuk haline gelir. En büyük aşağılamaları ve cezaları gülerek karşılayıp vurdumduymazlık duvarlarının ardına saklanan bu küçük çocuk yavaş yavaş aklını da kaybetmeye başlar.

Bu kitabı okurken aklıma iki farklı roman geldi. Biri, anlatım diliyle olan benzerliği sebebiyle Sallinger'in Gönülçelen'i, diğeri ise bir deliliği ve şiddeti kendi bakış açısıyla haklı çıkaran John Flowles'ın Koleksiyoncu'su. Sallinger'i kült bir yazar yapan ve ilk kez edebiyatta scaz dil kullanılarak yazılan Gönülçelen tıpkı bu kitapta olduğu gibi bolca argo ve küfür içerir. (Orijinal dilinden okumadığım için Kasabın Çırağı gerçekten scaz stilde mi yazılmıştır bilemiyorum.) Koleksiyoncu ise akıl hastası bir gencin işlediği suçu haklı gösterecek kadar akıllı ve taraflı bakış açısı ile bu romandaki kahramanın bakış açısıyla özdeşleşir.

1997 yılında sinema filmi de çevrilen Kasap Çırağı İrlanda edebiyatının en önemli eserlerinden sayılıyor. Okunması gereken 100 kitap içinde olan roman, umursamazlık maskesi altında gizli vahşetiyle okuyucuya içten içe rahatsızlık veriyor. Kahramanınızın çocuk olduğunu bilmenize rağmen her şeyi yapabileceğine inancınız her satırda neyle karşılaşacağınızı bilememeniz ve yaratılan gizli şiddet beklentisi sizi okurken sarıyor. Bu da yazarın çok başarılı bir şekilde şiddeti kelimelerle örmesinden kaynaklanıyor. Harika bir anlatım, muhteşem bir kurgu bulacaksınız bu kitapta.

Francie'nin üzücü, yürek burkan yaşamına tanık olmak istiyorsanız, hayatınıza anlam katan anıların aslında birer yalan olduğu keşfettiğinizde nasıl bir çöküş yaşayabileceğinizi görmek istiyorsanız bu kitabı mutlaka okuyun derim. Araya sıkıştırılmış İrlanda Özgürlük hareketiyle ilgili bilgiler de size hediye olacaktır.

İyi okumalar,

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Sırça Fanus - Slyvia Plath


Hepimizin girmekle girmemek arasında gidip geldiği ince bir fanus var tepemizde. Bir anda iniyor, nefes almamız güçleşiyor, günlük hayatımız saçma ötesi hale geliyor, diğer insanların duyarsızlığı bizi rahatsız ediyor. Yıkanmak, uyumak, diş fırçalamak, yemek yapmak saçma gelmeye başlıyor. Tekrar kirleneceksem niye yıkanayım ki? Yatak her gece bozuluyorsa ne anlamı var toplamanın ve sonuçta ölüyorsak neden fazladan bir gün daha geçirelim? İşte bu nokta içinde bulunduğumuz fanusun en dar halidir. İntihar çıkış noktası haline gelir. Sevgili Slyvia Plath kendi fanusundan 30 yaşındayken işte bu şekilde kurtulmuş, intihar. Yarı otobiyografik eseri olan Sırça Fanus'ta ilk depresyonunu nasıl atlattığı, belki de nasıl ertelediğini anlatır Slyvia Plath. Bu eserini önce takma isimle yayınlar, daha sonra tüm karşı gelmelere ve oluşacak küslüklere rağmen  üstüne alır. Zamanın ilk feminist romanı addedilir. Çünkü kahramanımız bekareti sorgular, bir erkeğin himayesine girmekten hoşlanmaz, evlilik öncesi ilişkilere karşımdaki yapmışsa ben de yaparım mantığıyla girer. Ona göre her iki taraf da eşit olmalıdır. Bakir olmayan birinin bakire kız istemesini ikiyüzlülük olarak değerlendirir.
1960lı yılların Amerika'sında bu fikirler gerçekten cüretkar. Gerçi 2014 yılının Türkiye'sinde halen cüretkar, halen zor, halen çoğu aile için kabul edilemez.  Gençlik yıllarımda ne çok kafa yormuş ne çok tartışmıştım. Seçimlerimi toplum dayatmalarına göre mi kendi tercihlerime göre mi yapmalıydım? Hayatımı kim kontrol ediyordu, komşu ve inançlar mı yoksa kendi mantığım ve fikirlerim mi? Peki hayat benimse, istediğim gibi de davranırsam, ailem beni hala kabul edebilecek miydi? Ya da bu ikilem benim sırça fanusumu yaratacak mıydı? 17 yaşında ailemden uzağa yerleşip ODTÜ gibi özgür bir okulda okuyor olmak çok yardımcı oldu tabi. Ama 30lu yaşlarda aynı fanusa neredeyse girmek üzere olduğumu sanırım bir tek ben biliyorum.
"Bir erkeğin egemenliği altında olmanın düşüncesinden bile nefret ediyorum," demiştim Doktor Nolan'a. "Bir erkeğin dünyasında hiç bir kaygısı yokken, benim başımda, beni hizada tutmak için bir sopa gibi asılı duran bebek konusu var." s:228
Evlilik olmadan yapılan seks hamilelik riski sebebiyle kadına yasaktır. Evlenmeme hakkı yoktur kadının, ya da geç evlenme. Biyolojik saat işlemekte, aman çocuk doğurma yaşını geçme sakın, kimse almaz seni. Ya da çocuk doğurmama hakkı yoktur evliyse , kocası isterse mecbur, aksi bile düşünülemez.
"Buddy Willard'ın baştan çıkarıldığını öğrendiğimden beri bakireliğimi boynuma asılmış bir değirmentaşı gibi taşıyordum. Benim için öyle uzun süredir, öylesine önemli bir konu olmuştu ki onu her ne pahasına olursa olsun korumak bir alışkanlık haline gelmişti. Onu beş yıldır koruyordum ve artık sıkılmıştım."s:235
Bazen sadece bir yük haline gelir bekaret, aklında çözdüğün ama toplum içinde çaresiz kaldığın bir yük. Taşımakla atmak arasında kaldığın, iki tarafı pislik dolu çubuk. Ne çok genç kız yaşıyor bunu.

"Belki de gerçekten evlenip çocuk doğurduktan sonra insanın beyni yıkanmış gibi oluyor ve ondan sonra özel bir totaliter devletin kölesi gibi duyuları körlenerek yaşayıp gidiyordu." (s.90)
Ne zorluklarla okunmuş okullar, ne değerli diplomalar çocuk doğunca duvara asılıp kalmıyor mu? Kariyer sahibi olmaya odaklı o ince topuklu, hırslı kızlar, çocuktan sonra dondurma kaplarına köfte istifler hale gelen ev kadınlarına dönüşmüyorlar mı? Toplu bir körleşme mi bu?
 ''sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür.''
 Sırça fanustan çıkmak kurtuluş mu? Toplum kuralları bu kadar akıldan uzakken, içsel çatışmayı alenen tetiklerken, baştan ölmüş, kaybetmiş, yenilmiş olmuyor muyuz? Ya da bu kabusu kabullenip devam etmek, yaşayan ölüden farksız. Belki de fanusun içindeki ölü bebek, dışardaki kabusta hayatta kalmaya çalışandan çok daha canlı, kim bilir?
İyi Okumalar!