Hürriyet

>

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Sırça Fanus - Slyvia Plath


Hepimizin girmekle girmemek arasında gidip geldiği ince bir fanus var tepemizde. Bir anda iniyor, nefes almamız güçleşiyor, günlük hayatımız saçma ötesi hale geliyor, diğer insanların duyarsızlığı bizi rahatsız ediyor. Yıkanmak, uyumak, diş fırçalamak, yemek yapmak saçma gelmeye başlıyor. Tekrar kirleneceksem niye yıkanayım ki? Yatak her gece bozuluyorsa ne anlamı var toplamanın ve sonuçta ölüyorsak neden fazladan bir gün daha geçirelim? İşte bu nokta içinde bulunduğumuz fanusun en dar halidir. İntihar çıkış noktası haline gelir. Sevgili Slyvia Plath kendi fanusundan 30 yaşındayken işte bu şekilde kurtulmuş, intihar. Yarı otobiyografik eseri olan Sırça Fanus'ta ilk depresyonunu nasıl atlattığı, belki de nasıl ertelediğini anlatır Slyvia Plath. Bu eserini önce takma isimle yayınlar, daha sonra tüm karşı gelmelere ve oluşacak küslüklere rağmen  üstüne alır. Zamanın ilk feminist romanı addedilir. Çünkü kahramanımız bekareti sorgular, bir erkeğin himayesine girmekten hoşlanmaz, evlilik öncesi ilişkilere karşımdaki yapmışsa ben de yaparım mantığıyla girer. Ona göre her iki taraf da eşit olmalıdır. Bakir olmayan birinin bakire kız istemesini ikiyüzlülük olarak değerlendirir.
1960lı yılların Amerika'sında bu fikirler gerçekten cüretkar. Gerçi 2014 yılının Türkiye'sinde halen cüretkar, halen zor, halen çoğu aile için kabul edilemez.  Gençlik yıllarımda ne çok kafa yormuş ne çok tartışmıştım. Seçimlerimi toplum dayatmalarına göre mi kendi tercihlerime göre mi yapmalıydım? Hayatımı kim kontrol ediyordu, komşu ve inançlar mı yoksa kendi mantığım ve fikirlerim mi? Peki hayat benimse, istediğim gibi de davranırsam, ailem beni hala kabul edebilecek miydi? Ya da bu ikilem benim sırça fanusumu yaratacak mıydı? 17 yaşında ailemden uzağa yerleşip ODTÜ gibi özgür bir okulda okuyor olmak çok yardımcı oldu tabi. Ama 30lu yaşlarda aynı fanusa neredeyse girmek üzere olduğumu sanırım bir tek ben biliyorum.
"Bir erkeğin egemenliği altında olmanın düşüncesinden bile nefret ediyorum," demiştim Doktor Nolan'a. "Bir erkeğin dünyasında hiç bir kaygısı yokken, benim başımda, beni hizada tutmak için bir sopa gibi asılı duran bebek konusu var." s:228
Evlilik olmadan yapılan seks hamilelik riski sebebiyle kadına yasaktır. Evlenmeme hakkı yoktur kadının, ya da geç evlenme. Biyolojik saat işlemekte, aman çocuk doğurma yaşını geçme sakın, kimse almaz seni. Ya da çocuk doğurmama hakkı yoktur evliyse , kocası isterse mecbur, aksi bile düşünülemez.
"Buddy Willard'ın baştan çıkarıldığını öğrendiğimden beri bakireliğimi boynuma asılmış bir değirmentaşı gibi taşıyordum. Benim için öyle uzun süredir, öylesine önemli bir konu olmuştu ki onu her ne pahasına olursa olsun korumak bir alışkanlık haline gelmişti. Onu beş yıldır koruyordum ve artık sıkılmıştım."s:235
Bazen sadece bir yük haline gelir bekaret, aklında çözdüğün ama toplum içinde çaresiz kaldığın bir yük. Taşımakla atmak arasında kaldığın, iki tarafı pislik dolu çubuk. Ne çok genç kız yaşıyor bunu.

"Belki de gerçekten evlenip çocuk doğurduktan sonra insanın beyni yıkanmış gibi oluyor ve ondan sonra özel bir totaliter devletin kölesi gibi duyuları körlenerek yaşayıp gidiyordu." (s.90)
Ne zorluklarla okunmuş okullar, ne değerli diplomalar çocuk doğunca duvara asılıp kalmıyor mu? Kariyer sahibi olmaya odaklı o ince topuklu, hırslı kızlar, çocuktan sonra dondurma kaplarına köfte istifler hale gelen ev kadınlarına dönüşmüyorlar mı? Toplu bir körleşme mi bu?
 ''sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür.''
 Sırça fanustan çıkmak kurtuluş mu? Toplum kuralları bu kadar akıldan uzakken, içsel çatışmayı alenen tetiklerken, baştan ölmüş, kaybetmiş, yenilmiş olmuyor muyuz? Ya da bu kabusu kabullenip devam etmek, yaşayan ölüden farksız. Belki de fanusun içindeki ölü bebek, dışardaki kabusta hayatta kalmaya çalışandan çok daha canlı, kim bilir?
İyi Okumalar!




 


2 yorum: